TARİHİMİZDEN KISA KISA…
Kanuni Sultan Süleyman Zigetvar Seferi’nde iken Macaristan’da öldü. Cesedi tahnit edilirken, kalbi, ciğerleri, bağırsakları çıkarılarak kıymetli murassa bir altın kaba konarak Macaristan toprakları içerisinde meçhul bir yere gömüldü.
***
Özdemiroğlu Osman Paşa Gürcistan seferinde parasız kalmış, askerlerin aylığını verememişti. İstanbul’dan para gelinceye kadar kendi mührü ile köseleden para bastı ve askerlere dağıttı. Paşanın itibarı o kadar büyüktü ki, bu kösele paralar altın yerine geçti ve İstanbul’dan para geldiğinde altın ile değiştirildi.
***
Sultan IV. Mehmet zevcesi Hatice Gülnuş Sultan’ı çok severdi. Macaristan seferine giderken onu som gümüşten yapılmış bir araba içinde yanında götürmüştür.
***
Sultan IV. Mehmet (Avcı Mehmet) bir av gezisi sırasında Trakya’da bir köylü çocuğu görmüştü. On dört yaşındaki bu oğlanın sol bacağı, ayak bileğinden diz kapağına kadar keçi gibi kıllıydı. Padişah çocuğa 100 altın hediye etmişti.
***
I. Mahmut çiçeği çok severdi. Hususi hayatında sorgucunun yanında mevsimine göre her gün bir çiçek takardı.
***
Sokollu Mehmet Paşa’nın çocuklarına bıraktığı miras arasında gayet değerli bir inci tespih vardı. İmamesi iri bir zümrüt ve taneleri de yakuttu. Devrin kıymetli bir hattatı, imameden başlayarak bu tespihin üzerine bütün Kur’an’ı tam olarak yazmıştı. Bu kıymetli tespih Sokolluzadelerin Haliç’te, Karaağaç’taki yalılarında çıkan yangında büyük vezirden kalan diğer kıymetli hatıralarla yok oldu.
***
IV. Murat zamanında Eskişehir köylerinden birinde “Sakarya Şeyhi” diye meşhur, Ahmet isminde bir şeyh kendisinin Hz. İsa olduğunu iddia etti ve etrafında topladığı saf köylülerle büyük bir bela çıkardı. Üzerine asker gönderilip yakalandı. Yalnız başında siyah bir sarık bırakılarak yarı çıplak soyuldu ve bir eşeğe ters bindirildi, teşhirden sonra burnu, kolları ve ayakları kesildi ve eklemleri çekiçlerle kırıldı. Bu işkenceler yapılırken gariptir ki adamın ağzından en küçük bir feryat işitilmedi.
***
Güzel yaprakları, güzel çiçekleri ile şehircilik bakımından büyük bir kıymet taşıyan atkestanesi ağacı Fransa’ya ilk defa olarak 1615 senesinde Bachelier isminde bir Fransız gezgin tarafından İstanbul’dan götürülmüştür. O günden beri bu ağaç Paris’in bulvarlarının süsü olmuştur.
***
1618 (Hicrî: 1028) yılında Budin Valisi Karakaş Mehmet Paşa’dan gelen bir mektupta Macaristan’da daire şeklinde siyah bir bulut belirip, bu buluttan kan gibi kırmızı bir yağmur yağdığı ve her biri üç-dört kantar40 ağırlığında kara taş gülleler düştüğü yazılıydı.
40 1 kantar = 40 okka = 48 kg.
***
17. yüzyıl ortalarında İstanbul’da bir “elekçi delisi” vardı. Adı bilinmeyen bu deli her gün üç dört tane eleğin tellerini koparıp bükerek, kâğıt helvası gibi afiyetle yerdi.
***
17. yüzyılda İstanbul’da yaşayan Aşşum Dede adında bir sokak delisi vardı. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre, bu adamcağız bütün gününü sokaklarda bulunan irili ufaklı taşları gidip gelenin ayaklarına takılmasın diye toplamakla ve bir köşeciğe yığmakla geçirirdi.
***
Eski İstanbul kahvehanelerinde gelen giden çay, kahve içer, nargile veya çubuklarını tüttürüp sohbet ederlerdi. Bir de çulsuz takımı garibanlar vardı ki onlar da kuytu bir köşeye çekilir ve oraya serilmiş bir şilte üzerinde gün boyu bir şey içmeden oturur, hatta kahvecinin keyfi yerindeyse geceyi bile orada geçirirlerdi. İşte bu gariban köşesine eski İstanbul argosunda “Allahkerim Yeri” denirdi.
***
Dünyanın en meraklı kahve falcısı, Darüşşafaka lisesi, resim muallimi iken ölen Mehmet Agâh beydi. Bu zat, kendisi için baktığı yüzlerce falın, fincanlardan resimlerini yapmış, falın söylediklerini de kenarlarına yazarak yüz küsur sahifelik harikulâde enteresan bir kitap bırakmıştır. El yazması olan bu eşsiz eser mirasçılarının elindedir.
***
Avrupa kulüpleriyle maç yapma konusunda ilk etkinlik gösteren kulüplerin başında gelen BJK, 1950 yılında ABD’de oynadığı bir gösteri maçıyla, bu kıtada futbol oynayan ilk Türk futbol takımı unvanını kazanmıştır.
****
17. yüzyıl ortalarında İstanbul’da Deli Mehmet isminde bir derviş vardı. Geceleri, en sert rüzgârlı havalarda sokağa fener yerine şamdanla çıkar ve gideceği yere kadar şamdanın mumunu söndürmezdi. Derviş Mehmet kışın kar ve buz üstünde de yalın ayak dolaşırdı.
***
Lale Devri’nin ünlü sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa mücevher takmaya çok meraklı idi. Elinin hemen hemen tüm parmaklarında son derece değerli elmas, zümrüt, pırlanta yüzükler taşırdı ki bir seferinde parmaklarına taktığı yüzüklerin toplam değerinin 2.000.000 altın olduğu rivayet edilir.
***
Eskiden tek minaresi bulunan ve mahya kurulamayan camilerden vakfı zengin olanlar, minarelerine kandillerden kaftan giydirirlerdi.
***
Lale Devri’nin başlarında tabakhanede işçi olarak çalışan Amele Âta sonraları çiçek yetiştirmekte o kadar hüner gösterdi ki Lale Devri’nin sonlarına gelindiğinde Amele Âta artık ‘Âta Efendi’ olmuş ve yetiştirmeyi başardığı seksen çeşit lale sayesinde müthiş bir ün ve servet kazanmıştı.
***
18. yüzyılın önemli şairlerinden Rüştü Ahmet Efendi çok sevdiği biricik oğlunun ölümünden sonra akli dengesini yitirdi. Oğlunun kabrinin yanına kendisine bir mezar yaptırdı. Her gün oğlunun kabrinin yanına giderek önce oğluna sonra da kendisine Fatiha okurdu.
***
Alemdar Mustafa Paşa zamanında idam için Yedikule’ye atılmış Yeniçeri Tığlı Ali, surların en yüksek penceresinden aşağı kuşak atarak inmiş, kuşak bitince aşağıdaki bir incir ağacına, oradan da yere altlayıp kaçarak hayatını kurtarmış ve bir daha ele geçirilememiştir.
***
Lale soğanı Avrupa’ya Osmanlı’dan gitmiştir. Bu bir beyaz lale ve türünün adı da “Tülbent” idi. Fransızca dahil, birçok Batı dilinde lalenin adı olan “tulip” sözcüğü bu “tülbent” adından bozmadır.
***
II. Mahmut zamanında, Eminönü hamallarından Kürt Ali isminde bir adam tarihin büyük ayak rekorunu kırmıştır: Tabanı 50 cm boyundaydı ve bir gün kundurasının içine kundaklık bir çocuk koyulunca, çocuk rahat rahat sığmıştı.
***
Tarihimizde 18. yüzyıla denk gelen “Lale Devri” döneminde sadece lale değil, her türlü çiçek ticareti o boyuta varmıştı ki bir çiçek soğanı yüzlerce altına el değiştirebiliyor ve hemen her gün yeni çiçekler keşfediliyordu. Çiçekçi esnafı toplumun en seçkin ve zengin tabakası haline gelmişti. Reşat Ekrem’in “İstanbul Ansiklopedisi”nde o dönemde yaşamış yüze yakın ünlü çiçek yetiştiricisinin adları geçmektedir.
***
Eski İstanbul’da esnaf derneklerinin mühürleri dört parçadan oluşacak biçimde yapılırdı ve bu parçalar vidalı bir sapın içine geçerek birleştirilirdi. Mührün her parçası, dört kişilik yönetim kurulunun bir üyesinde, sapı da reiste dururdu. Böylece mühür beş kişinin oy birliği olmayınca kullanılamazdı. Bu suretle hem suiistimallerin önüne geçilirdi, hem de yönetim kurulu üyeleri, sorumluluk isteyen bir işte: “Benim bunda oyum yoktu…” diye inkâr yoluna sapamazdı.
***
Eskiden gayet genç, tüysüz yeniçeri neferlerine “civelek” denilirdi. Civelekler sokağa kadınlar, kızlar, gibi yüzlerine bir peçe koyarak çıkarlardı. Bir civeleğin peçesini sokakta kaldırıp yüzüne bakmak, bir kadına veya kıza yapılmış hareket gibi tecavüz sayılır ve buna cesaret eden derhal hapse atılırdı.
***
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin 1. cildinde “İstanbul’un Sarıyer ilçesinde bir altın madeni olup buradan altın çıkarıldığını, ama kalitesi düşük olan altını çıkarmak çok masraflı olduğu için, sonradan vazgeçildiğini” yazar. Ancak bugüne kadar ondan başka bu altın madeninden söz eden olmadığı için, bunun gerçek olup olmadığı tarihsel olarak kanıtlanamamıştır.
***
Eskiden Ramazan aylarında meyhaneler tamamen kapatılırdı. Bayram geçince meyhaneciler gedikli müşterilerinin evlerine birer tabak midye dolması göndererek meyhaneyi hatırlatırlardı ki, akşamcılar kendi aralarında buna “Unutma Bizi Dolması” derlerdi.
***
Eski İstanbul kahvehanelerinde gelen giden çay, kahve içer, nargile veya çubuklarını tüttürüp sohbet ederlerdi. Bir de çulsuz takımı garibanlar vardı ki onlar da kuytu bir köşeye çekilir ve oraya serilmiş bir şilte üzerinde gün boyu bir şey içmeden oturur, hatta kahvecinin keyfi yerindeyse geceyi bile orada geçirirlerdi. İşte bu gariban köşesine eski İstanbul argosunda “Allahkerim Yeri” denirdi.
***
Herkes bilir, rakının bir adı da ‘arslan sütü’dür. Bunun anlamı “herkes içki içemez rakıyı, yüreği sağlam insanlar içmelidir” demektir. Onun için eski büyük gedikli meyhanelerdeki rakı güğümlerinin üzerine pirinçten bir yürek şekli konurdu.
***
19. yüzyıl sonlarında Halil Ağa isminde bir adam karılarının ve annesinin geçimsizlik kavgaları yüzünden, kahrından ölmüştü. Vasiyeti üzerine mezar taşına: “Karı dırıltısından ölen Esseyid Halil Ağa’nın ruhuna El Fatiha – Hicri 1260” diye yazıldı. Bu mezar taşı Merkez Efendi mezarlığındadır.
***
II. Abdülhamit döneminde Sultan tarafından en sevilen askerin Kabasakal Mehmet Paşa olması orduyu o kadar etkilemişti ki yaşını başını almış, aksakallı komutanlar bile sakallarını siyaha boyamaya başlamıştı.
***
II. Abdülhamit döneminde Haliç’te sandalcılık yapan Hasköylü Salih adında bir adam vardı. Ömrü boyunca tam on beş kez deniz kazası geçiren ve her seferinde de sağ kurtulan bu adam “sana sudan ölüm yok” diyenlere nazir yaparcasına, bir gün kahvede su içerken suyun genzine kaçması sonucu nefesi tıkandı ve kahvedekilerin gözü önünde oracıkta öldü.
***
Tarihimizde kayıtlı en müthiş oburlardan biri III. Selim’in düşmanlarından “Aygır İmam” lakabı ile meşhur Derviş Efendi isminde bir softadır. Bu adam bir gün iki okka pastırmanın üzerine kırk yumurta kırdırarak bir koca bir sahan dolusu pastırmalı yumurta yemiş; fakat koca tepsiyi sıyırdıktan sonra dili şişmiş ve dili ağzına sığmayarak ölmüştü.
***
Türkiye’de ulema sınıfında asa yerine baston kullanan ilk kişi Abdülaziz devrinin seçkin simalarından Kethüdazade Hoca Ahmet Arif Efendi’dir. Zarafeti ile meşhur olan bu zata bir yobaz: “Bu kâfir değneğini niçin kullanıyorsun?” diye sorunca efendi de gülerek: “Üzülme… Ben onu Müslüman ettim!” karşılığını vermişti.
***
Osmanlı devletinin ilk telgraf hattı 9 Eylül 1855 yılında Edirne – Varna – Kırım arasında kuruldu. Kırım’dan İstanbul’a çekilen ilk telgrafta ise Kırım’ın şehri olan Sivastopol’un Rus işgalinden kurtarıldığı bildirilmekteydi.
***
Eski dönemlerde cellâtlar Müslümanların kesik başlarını infazdan sonra, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri “kelle koltukta geziyoruz” ifadesini çok kullanırlardı. Yaptıkları görevin tehlikesini ortaya koyan bu deyim sonraları halk arasında da kullanılmaya başlamıştır.
***
Günümüz Türkçesinde “başıboş, serseri kimse”41 anlamında kullanılan “berduş” sözcüğü aslında “evi sırtında” (varı yoğu ancak üzerindekiler olan kişi) anlamındaki “hâneberdûş” sözcüğünün kısaltmasıdır. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nin “berduş” maddesinde “… berduş terkibinin Zamanımızda mektepli gençler, hatta kalem erbabı tarafından dahi ‘hâneberdûş’ yerine kullanılması içinde bulunduğumuz dehşetli dil buhranının en büyük misallerinden biridir” denilerek şikayet edilmektedir…
Yorumlar
Yorum Gönder