Artık her şeyi yazdım, ölebilirim

Sarı kapaklı, kapağının alt köşesi kopmuş, üstüne kurşunkalemle okunamayan bir sözcük yazılmış. Varlık Yayınları'ndan çıkmış Swann'ın Bir Aşkı adlı kitabı nereden bulduğumu tam hatırlamıyorum.

Sanırım, ilk sahiplerini çoktan kaybetmiş eski kitapların gelişigüzel atılıvermiş olduğu, bir yemek kitabının altından bir şaheserin çıkıverdiği, en sıradan macera kitabının edebiyat dünyasının en eşsiz romanlarıyla aynı kaderi paylaştığı, tozlu kâğıt kokan, loş, genellikle ıssız sahaf dükkânlarının içindeki yalnız yolculuklarımdan birinde rastladım ona. Hastalıklı bir oburlukla topladığım, eve gidene kadar otobüste hepsinden birer ikişer satır okuyup tanımaya çalıştığım kitapların arasına onu da katmış olmalıyım.

O sıralarda, üstünde yazı olan her şeyi okurdum neredeyse, romanlar, tarih kitapları, hikâyeler, biyografiler, çok eskilerden kalmış, üstünde yemek lekeleri bulunan mönüler, ilaç prospektüsleri, vapur biletleri, sinema afişleri... Bir iz, bir işaret arar gibiydim; beni öbür insanların arasına katacak yolu bulmaya, görünürdeki arkadaşlıkların, aşkların, kavgaların altında saklı olan ve yerinden hiç kıpırdamayan 'yabancılık' duygusundan kurtulmaya, ya çevremdekilere nasıl benzeyeceğimi ya da benzerlerimi nasıl bulacağımı öğrenmeye uğraşıyordum sanki. Tam da bu sıralarda Marcel Proust'la karşılaşıverdim,

sarı kapaklı küçük kitap insanlar hakkında inanılmaz sırları paylaşıyordu benimle.

Bir kadından hoşlanmayan, onu küçümseyen bir erkeğin, o kadının tutkulu bir kölesi haline gelip onun tarafından aşağılanmasını, bu yüzden çektiği acılan ve bu bir uçtan diğer uca ilerleyen duygusal maceranın geçtiği yolları inanılmaz bir açıklıkta anlatıyordu.

Görünen insanların görünmeyen yanlan vardı ve bu yanları çok çekiciydi.

Proust'un peşine düştüm.

Bu adam kimdi, nasıl yaşamıştı, bunları nereden öğrenmişti, nasıl yazmıştı, bu yazıları okuyanlar neler yapmıştı, her şeyi merak ediyordum.

Andre Maurois'nın, Marcel Proust'un Peşinde isimli biyografi kitabının İngilizce çevirisini Tünel'deki Hachet-te Kitabevi'nin tertemiz, ışıklı raflarında bulduğumda, İngilizce kitap okumaktan nefret ettiğim halde hemen alıp koşa koşa eve gittim.

Şansıma, edebiyat tarihinin en iyi yazılmış biyografilerinden birini ele geçirmiştim.

Ünlü bir doktor olan babası, oğluyla marazi bir aşk yaşayan annesi, züppelikle geçen bir gençlik, edebiyat çevrelerine verilen ziyafetler, Paris sosyetesinin 'supele-ri', sancılı bir şekilde yaşanan eşcinsellik, bitmeyen hastalıklar, astım krizleri, hovardaca harcanan yıllardan sonra perdeleri sıkı sıkıya örtülü eve kapanıp yazılan binlerce sayfalık bir nehir roman ve elli bir yaşında, "Artık her şeyi yazdım, ölebilirim" diyerek karşılanan bir ölüm.

Yazarın hayatı da yazdıkları kadar ilgi çekiciydi.

İnsanların duygularının tahmin edilemez biçimlerde ve tahmin edilemez nedenlerle değişebileceğini, bu değişimi handiyse anbean anlatarak bana gösteren romanı da, yazarın hayatını da okuduğum günlerden bu yana çok ama çok uzun yıllar geçti.

Artık ya çocukluğumda beni çok huzursuz eden 'yabancılık' duygusundan kurtulduğumdan ya bu duyguya alıştığımdan ya da tedaviyi biraz da yazmakta aramaya başladığımdan, eskisi kadar çok okumuyorum.

Belki de zamanı azalan birinin titizleşen kibriyle daha seçici oldum, gençliğimin açgözlü hoşgörüsünü göstere-miyorum yazıya.

Ama yine de, çok genç bir yazar olan Alain de Botton'un Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirir isimli kitabını görünce hemen alıp koltuğuma gömüldüm.

Otuz bir yaşındaki yazar, Maurois'ya kıyasla çok daha dalgacı bir üslupla kaleme almıştı kitabını, ama Pro-ust'un yazdıklarının hayatımızdaki karşılıklarını araştırırken alaya alınmayı hak eden birçok zaafımızı da incelikli bir mizahla saptamıştı.

Proust'un alabildiğine uzun tutulmuş kitaplarının içinden çekip çıkardığı alıntılar ise, çevrelerindeki satırlardan soyunup çırılçıplak kalmalarının keskinliğiyle daha çok işliyordu okuyanın içine.

Büyüklerinin kendilerini esir almaya dönük ilgilerinden bunalan gençler herhalde şu satırları okuyunca annelerini hatırlayacaktır:

"Yaşlandıkça, bizi seven insanları onlara gösterdiğimiz aşırı ilgiyle öldürüyor; içimizde sürekli uyanan huzursuz edici şefkat duygusunu onlara da bulaştırıyoruz." Botton'un kitabını okurken hayatın minicik gerçeklerinden nasıl büyük eserler çıkartılabileceğini kanıtlayan örnekleri görmek, Proust'un gazete haberleriyle nasıl ilgilendiğini, boş vakitlerinde tren tarifelerini okuduğunu öğrenmek de çok ilgi çekici ama, bir alıntı var ki, sanıyorum, o cümleyi okuyan herkes ya geçmişinde yaşadıklarını ya da gelecekte yaşayacaklarını o cümleyle daha iyi anlayacak ve büyük bir ihtimalle o cümleyi hiç unutmayacak:

"iki insan ayrılırken, şefkatli konuşan taraf âşık olmayan taraftır."

Şefkatle yaralanmamış kaç kişi vardır aramızda?

Ya en incitici, en acıtıcı sözlerde çaresiz kalmış bir aşkın ilanını görmüş olanlarımız?

Bir kopuş ânında şefkatli bir sarılış yerine düşmanca görünen bir saldırıyı yeğlemeyecek kaç insan çıkar?

Sevildiğimizden emin olduğumuzda bizi memnun edecek nice davranış bundan kuşkuya düştüğümüzde bizi unutulmaz bir biçimde aşağılar.

O zaman anlarız ki, duygulara asıl renklerini veren, kendi içinde barındırdıklarından ziyade onların yanında duran başka duygulardır; en sevecen duygu olarak kabul edilen şefkat, sevilmemenin yanında ortaya çıktığında rengini değiştirip hakaret dolu bir teselliye dönüşür, saldırganlık terk edilmenin acısıyla birlikte belirdiğinde, artık o söylenemeyen bir aşırılık işaretidir.

Hiçbiri durduğu yerde durmayan, her an renklerini, biçimlerini, kokularını değiştiren, birbirine her dokunduklarında olduklarından başka bir şeye dönüşebilen ve bizim bütün hayatımızı belirleyen duygularımızın, hissettiğimiz ama anlamakta, tarif etmekte, yakalayıp incelemekte zorluk çektiğimiz içimizdeki o müthiş kaynaşmaların köklerine uzanıp yakalamayı; evimize geceleri gizlice girip bize bazen sevindirici, bazen üzücü armağan-

lar bırakan tuhaf bir yabancı gibi hep varlığını bildiğimiz, ama yüzünü bir türlü göremediğimiz iç dünyamızın gerçek kimliğini tanımayı isteriz.

Şefkatin kimi zaman bizi niye böyle irkilttiğini merak ederiz.

Ve yıllarca yaşadıklarımız yetmez de bunları anlamaya, bazen bir satır bütün yaşadıklarımızı anlatıverir bize.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Süleymanpaşa Kiraz Festivalinin Tarihleri Belli Oldu

ÖĞRENME VE BAŞARIYI ETKİLEYEN FAKTÖRLER

Sadettin Kaynak