Sen annenden izin almadan sevişemez misin benimle
Kendimiz olmaktan çıkıp bir başka kendimiz olduğumuz anlar vardır.
El Greco'nun, İspanya'yı resimleriyle fetheden uzun isimli o tuhaf Yunanlının resimlerindeki gibi beyazlaşıp uzadığımız, ışıktan bir duman gibi uyumlu bir salıngan-lıkla, usulca, kalabalıklar arasında gezdirdiğimiz kesin çizgili kimliğimizden bir başka kimliğe, bir başka esrara geçtiğimiz anlar.
Masumiyetimizden ya da kalabalıklarla paylaştığımız için masum gözüken alçaltıcı günahlarımızdan sıyrıldığımız ve günahkârlığa ya da kalabalıklarla paylaşmadığımız için günah gibi gözüken masumiyete geçtiğimiz o belirsiz kapının eşiğindeki anlar.
Kesme taşlardan yapılmış duvarları İngiliz sarmaşıklarıyla sarılmış saygıdeğer binalar, kafeteryasında öğrencilere sundukları kılıçbalıkları ve bana hep mabet gibi gözüken geniş kütüphanesindeki binlerce romanla aklımda kalan ve bunların dışında ders diye okuttukları her şeyi unutup hayatım boyunca sıcak bir battaniye gibi sarınacağım cehaletimle kucak kucağa kovulduğum harika bir okulda, her nasılsa cezaya kalmadığım bir gece diğer yatılı öğrencilerle birlikte, okulun her hafta bizim için getirttiği filmlerden birini seyretmiştim.
Ve o 'an'ı ilk orada öylesine etkileyici bir biçimde görmüştüm.
Harikulade güzelliğiyle Simone Signoret ile dalgalı saçları ve ince favorileriyle hep mazlum bir yakışıklılığı taşıyan Laurence Harvey, yaşadıkları küçük kente yukarıdan bakan bir tepede, bir gece vakti bir arabada oturuyorlardı.
Aşağıda şehir ışıklıydı.
Tepe ise sessiz ve karanlık.
Kesik kesik ve az konuşuyorlardı.
Adam bir sigara içiyordu.
Kadın uzanıp adamın sigarasını almış, kendi dudaklarına koymuştu.
Ürpermiştim.
Niye o kadar etkilendiğimi anlamamıştım.
Ama ondan sonra ne zaman bir kadın uzanıp sigaramı alıp içmeye başlasa aynı ürpertiyi hissettim ve yıllar sonra o ânın sihrini keşfettim.
Kadının uzanıp sigarayı aldığı an, kalabalıklar arasında dolaştırdığı kimliğini bırakıp bir suç ortaklığının sessiz teklifiyle bir başka kimliğe geçtiği andı.
O kısacık zaman parçasında iki insan arasındaki ilişki biçim değiştiriyor, iki insan birbirlerine başkalarına göstermedikleri mahrem yüzlerini gösteriyordu.
O an, insanın bütün elbiselerinden soyunup çırılçıplak kaldığı zamanlardan bile daha çıplak olabildiği tek andı ve sanırım her türlü çıplaklıktan daha etkileyici ve heyecan vericiydi.
Gizli bir teşkilata üye olmak gibiydi ve orada günlük hayatta görünene hiç benzemeyen başka gerçekler vardı; değişik parolalar söyleniyor, değişik hüviyetler gösteriliyordu; imparatorluğun bir parçası bir anarşist, bir kontes, bir sürtük kimliği alıyor, bakışlar, konuşmalar, ses tonları, hattâ soluk alma biçimleri bile değişiyordu.
Minicik bir hareketle yalnızca karşınızdaki insan değil, çevrenizdeki bütün dünya şekil değiştiriyordu.
Sonra hep Simone Signoret'nin sigarayı dudaklarına iliştirdiği anları aradım.
Bazen, bir evin ışıkları hafifçe loşlaştırılmış salonunda oturup sıradan konuşmalara dalmışken, kadının sanki hiçbir şey yapmıyormuş gibi ayakkabılarını çıkartıp ayaklarını altına toplamasıydı o an.
Bazen, dostça yazılmış kısa bir notun içindeki beklenmeyen kelimeydi.
Bazen, gözlerinin içine bakıvermesiydi.
Bazen, çift anlamlı bir şakaydı.
Bazen, neredeyse hissedilmeyecek kadar hafif bir dokunuştu.
Bazen, o güne dek hiç dokunmadığınız birinin yan yana yürürken kolunuza girivermesiydi.
Bazen de, Ang Lee'nin filmi Buz Fırtınası'nda olduğu gibi topluca oynanan ve bütün kuralları değiştiren oyun.
O filmde, zengince bir semtin 'saygıdeğer' sakinleri bir akşam, sık sık yaptıkları partilerden birinde buluştuklarında yeni bir oyun oynamaya karar veriyorlardı.
Erkekler bir çanağın içine arabalarının anahtarlarını atıyorlardı.
Kadınlar o çanaktan bir anahtar çekiyor, anahtar hangi erkeğin arabasına aitse o erkekle gidiyorlardı.
Ama o gece o erkekle yaşadıkları maceranın en heyecanlı ânı, biraz utangaçça yürüyüp o çanaktan bir anahtar aldıkları, bu oyunun bir parçası olmayı kabul ettikleri andı; o anda bütün kimliklerini, kurallarını, ahlaklarını değiştiriyor, bir başkası oluyorlardı.
Ellerini çanağa uzatıp parmaklarını anahtara değdirdikleri an, geriye dönüşü olmayan bir çizgiyi tanıkların önünde geçip bir başkası oldukları andı ve o anda heyecan, zevk ve alışılmamış olanı almak için yaşanan bir değişim somutlaşıp billurdan bir heykel gibi herkese görünüyordu.
Kalabalıktan iki kişi değil, bir topluluk ayrılıyordu.
Bildikleri bir dünyadan bilmedikleri bir dünyaya geçiyorlardı.
Üstelik de 'geçilmemesi gerekir' denen yasak bir dünyaya.
Çok çok eskiden, iri mavi gözlü bir İngiliz kızı, geçenlerde yeni bir kaseti çıkan Joni Mitchell'in kışkırtıcı şarkılarını söylerdi bana:
'Sen annenden izin almadan sevişemez misin benimle?'
O anlar, annelerden alınan izinlerden, toplumsal kabullerden vazgeçilen andı işte.
Kalabalıkların 'ahlaksızca' bulduğu, ayıpladığı bir başka hayata adım atıyordunuz o anda.
Ahlaksızlıkla suçlanmanın karşılığında yeni bir kimlik, yeni bir heyecan, yeni bir zevk, yeni bir suç ortaklığı ve yepyeni bir bağımsızlık ediniyordunuz.
El Greco'nun resimleri gibi incelip uzuyor, beyazlaşıyor, o resmin dışında kalanlarla benzerliğinizden kopu-yordunuz.
Kendiniz olmaktan çıkıp bir başka kendiniz oluyordunuz.
Gündüzlerinize, kalabalıklarınıza, annelerinize yabancı bir siz.
Bir kapıdan geçiyordunuz.
Işıktan bir duman gibi salınarak ve içiniz kamaşmış olarak.
En çırılçıplak ve en mahrem halinizle. Ben o hali her gördüğümde ürperirim. Hemen hemen her hafta cezaya kaldığı için sinemaya götürülmediği halde her nasılsa o gece cezaya kalmayıp kesme taştan duvarları İngiliz sarmaşıklarıyla sarılmış bir binanın karanlık salonunda, Simone Signoret'nin Lauren-ce Harvey'in dudaklarından sigarayı alıp içişini seyreden, bir gün bir kadının kendi dudaklarındaki sigarayı da alacağını hayal eden o küçük, serkeş oğlan olurum. Yalnızlığı ve hayal kurmayı bilen haylaz çocuk. Her kadına o çocuk gibi gözlerimi dikip dikkatle bakarım.
Bilirim değişirler.
Kendileri olmaktan vazgeçip bir başka kendileri oldukları bir an vardır, onu görebilmek için beklerim.
Belki de, uzun yıllarda okullarda öğrendiğim bunlardır benim: El Greco'nun resimleri, romanlarla dolu bir kütüphane, bir kadının bir sigarayı içişini gördüğüm bir film sahnesi ve o ânı beklemenin ve o ânı yaşamanın heyecanı.
Bir de Joni Mitchell'in şarkısı belki:
'Sen annenden izin almadan sevişemez misin?'
Yorumlar
Yorum Gönder